ingilizcece.com Webutation
Deyimler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deyimler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağu 2011

İngilizcede Deyimler / İdioms



      Alphabet A                                                           Alphabet B
 
      Alphabet C                                                           Alphabet D
 
      Alphabet E                                                           Alphabet F
 
      Alphabe G                                                            Alphabet H
 
      Alphabet I                                                            Alphabet J
 
      Alphabet K                                                           Alphabet L
 
      Alphabet M                                                          Alphabet P 

      Alphabet Q                                                           Alphabet R 
 
      Alphabet S                                                            Alphabet T   

      Alphabet U                                                            Alphabet V   
 
      Alphabet W                                                           Alphabet Y     
 
      Alphabet Z       


Deyimler / İdioms (Z)

İngilizce deyimler-[At the] zenith of his career: Meslek hayatının zirvesinde


[At the] zenith of his career: Meslek hayatının zirvesinde
This professor is at the zenith of his career.
Bu profesör mesleğinin zirvesindedir.

Zero hour:
Başlangıç saati
The airplanes will take the air zero hour for the raid.
Uçaklar akının başlangıç saatinde havalanacaklar.



Deyimler / İdioms (Y)

İngilizce deyimler-Year in year out: Bütün yıl boyunca


Year in year out: Bütün yıl boyunca
Big factories work year in year out.
Büyük fabrikalar bütün yıl boyunca çalışır.

Yeoman service:
Dürüst ve gayretli hizmet
This transport company gives yeoman service.
Bu nakliye şirketi dürüst ve gayretli hizmet veriyor.

[With] young:
Gebe, hamile
My friends was very happy when he learned that his wife was with young.
Arkadaşım, eşinin hamile olduğunu öğrenince çok sevindi.



Deyimler / İdioms (W)

İngilizce deyimler-Walk in: Girmek


Walk in: Girmek
He walked in my room.
O, adama girdi.

Walk off:
Ayrılmak
I walked off my friend at the airport.
Havalimanında arkadaşımdan ayrıldım.

Walk out with:
Dolaşmak, çıkmak (arkadaşlık etmek)
Ayşe walked out with Ahmet.
Ayşe, Ahmet ile çıktı.

Walk over:
Bir yeri yaya dolaşmak
I walked over the city walls.
Kent surlarını yaya dolaştım.

Wall up:
Kapatmak, örmek
My father walled up the hole on the wall.
Babam duvardaki deliği örerek kapattı.

Waste away:
Zayıflaya zayıflaya eriyip gitmek
If you don't eat your meals you will waste away.
Yemeklerinizi yemezseniz eriyip gideceksiniz.

[A] week from now:
Gelecek hafta bugün
I will meet you a week from now.
Sizinle haftaya bugün buluşacağım.

Week in week out:
Aralıksız
My brother works week in week out.
Kardeşim ara vermeden çalışıyor.

Wide open:
Ardına kadar açık
He forgot the door wide open.
Kapıyı ardına kadar açık unuttu.

Wink at:
Göz yummak
Parents wink sometimes at their children's fault.
Anne babalar bazen çocukların hatalarına göz yumarlar.

Work in:
içine işlemek
Rust works in iron.
Pas, demirin içine işler.

Work off:
Gidermek, oynayarak yerinden oynatmak
Mechanics work off my car's defects.
Tamirciler, otomobilimdeki arızaları gideriyorlar.

Work on:
Etkilemeye çalışmak
Parents work on their children.
Anne ve babalar çocuklarını etkilemeye çalışırlar.

Work up:
Hazırlamak, geliştirmek
This song works up to a magnificent finale.
Bu şarkı gittikçe görkemli bir finale doğru gelişiyor.

Wring out:
Söyletmek
I wrung the secret out of my friend.
Arkadaşıma sırrını söylettim.

Write for:
Mektupla ısmarlamak
I wrote for my school books.
Okul kitaplarımı mektupla ısmarladım.

Write off:
Çizmek, silmek, iptal etmek
My father wrote off my debt to him.
Babam ona olan borcumu sildi.

Write up:
Kaleme almak, yazmak
My friend has started to write up his new book.
Arkadaşım yeni kitabını yazmaya başladı.



Deyimler / İdioms (V)

İngilizce deyimler-Vacate office: istifa etmek


Vacate office: istifa etmek
After a dispute with the boss he vacated the office.
Patronla tartıştıktan sonra istifa etti.

Value your life:
Canının kıymetini bilmek
If you value your life you will not sleep late.
Eğer canının kıymetini biliyorsan, geç yatmayacaksın.

[Be at] variance with:
...... ile uyuşamamak
Ahmet, is at variance with his sister.
Ahmet, kızkardeşi ile uyuşamıyor.

[At] various times:
Çeşitli zamanlarda
He doesn't come regularly, he visits us at various times.
O, muntazam gelmiyor, bizi çeşitli zamanlarda ziyaret ediyor.

[To the] very day:
Günü gününe
He writes his memories to the very day.
O, anılarını günü gününe yazıyor.

Very own:
Kendi öz malım
I didn't rent this house. It is my very own.
Evi kiralamadım. O benim öz malım.

[In] view of:
...... den dolayı
He will not come with us in view of his exams.
O, sınavlarından dolayı bizimle gelmeyecek.

[In] virtue of:
....... den ötürü
He stays home in virtue of his illness.
O, rahatsızlığından ötürü evde kalıyor.

Vote back:
Geri gitmeyi önermek
It will rain, I vote we go back.
Yağmur yağacak, geri gitmemizi öneriyorum.

Vouch for:
Onaylamak, üstlenmek, sağlamak
I lost my book, my brother vouched one for me.
Kitabımı kaybettim, kardeşim bana bir yenisini sağladı.



Deyimler / İdioms (U)

İngilizce deyimler-Under arrest: Tutuklu


Under arrest: Tutuklu
 

You are under arrest for robbery.
Hırsızlıktan tutuklusunuz.

Up and down:
Bir aşağı bir yukarı
 

When he is worried, he walks up and down the corridor.
O, üzüntülü olduğu zaman, koridorda bir aşağı bir yukarı yürüyor.

[Be] upset get upset:
Alt üst olmak, dokunmak, alabora olmak, devrilmek

 
His stomach got upset because of the icecream.                               
Onun midesi, dondurma yüzünden alt üst oldu.
(Onun midesine, dondurma dokundu.)

Upset something:
Bozmak, alt üst etmek
 

The weather upset our plans yesterday.
Dün, hava planlarımızı alt üst etti.

Upside down:
Başaşağı, ters
 

The picture, on the wall, was upside down.
Duvardaki resim başaşağı idi.

Up to date:
Yeni, günü gününe, modern, çağdaş, moda, geçerli
 

This book is not up to date, so it may not be useful for you.
Bu kitap yeni (güncel) bilgileri içermiyor, bu nedenle size yararlı olmayabilir.

Up to someone: 
e,  a bağlı olmak
— Shall we go to the cinema?
— It's up to you.
— Sinemaya gidelim mi?
— Size bağlı.

Use to be:
Geçmişte yapı
lmış ama şimdi vazgeçilmiş bir eylemi anlatmak için kullanılır.
1- I used to live here.
Ben burada yaşardım (otururdum).
2- I used not to like milk.
Ben eskiden sütten hoşlanmazdım.

Use up:
Tükenmek, tamamını kullanmak
He used up all his money while he was shopping.
O, alış veriş yaparken bütün parasını tüketti.

[Be] used up:
Tükenmek, suyunu çekmek
All the water of the flowers was used up due to a small crack on the vase.
Vazodaki küçük bir çatlak yüzünden çiçeklerin bütün suyu tükendi.



Deyimler / İdioms (T)

İngilizce deyimler-Take a break: istirahat etmek, mola vermek, dinlenmek


Take a break: istirahat etmek, mola vermek, dinlenmek
You are so tired why don't you take a break?
Çok yorgunsunuz, niçin dinlenmiyorsunuz?

Take a chance:
Şansını denemek
Take a chance in this new game.
Bu yeni oyunda şansınızı deneyin.

Take an interest in:
ilgi göstermek, ilgilenmek
He takes a great interest in painting.
O, resim yapmaya büyük ilgi gösteriyor.

Take a look at:
Gözatmak
Take a look at the dress, you don't have to buy it.
Elbiseye bir gözatın, almak zorunda değilsiniz.

Take a joke:
Şakadan anlamak
Why can't you take a joke?
Niçin şakadan anlamıyorsun?

Take a seat:
Oturmak, birine oturmasını önermek
He told me to take a seat.
Oturmamı söyledi.

Take a step:
Adım atmak, ilerlemek
Take a step forward then you will be able to see it.
Öne doğru bir adım daha atın, o zaman görebilirsiniz.

Take a trip:
Yolculuk etmek
I am planning taking a trip to Italy.
italya'ya yolculuk etmeyi tasarlıyorum.

Take a walk:
Yürüyüşe çıkmak
I shall take a walk in the park today.
Bugün parkta yürüyüşe çıkacağım.

Take advantage of:
Yararlanmak, faydalanmak
I took advantage of my two weeks holiday and went to Bodrum.
iki haftalık tatilimden yararlanarak Bodrum'a gittim.

Take after:
Benzemek
He takes after his father.
O, babasına benziyor.

Take apart:
Sökmek, parçalara ayırmak
It is an old clock, there is no need to take it apart.
Çok eski bir saattir, sökmenize hiç gerek yok.

Take away:
Alıp götürmek, uzaklaştırmak, kaldırmak, çıkarmak
Take away that old car from here.
Şu eski arabayı buradan götürün.

Take one's breath
: Nefesini kesmek, şaşırtmak
The horror film took my breath away.
Korku filmi nefesimi kesti.

Take by surprise:
Boş bulunmak, hayrete düşürmek, baskınla almak
I was taken by surprise.
Boş bulundum.

Take care of:
Dikkat etmek, özen göstermek
I'm sure you will take care of my house.
Evime dikkat edeceğinizden eminim.

Take charge of:
Bir görevi üstüne almak, üstlenmek
Can you take charge of the foods for the picnic?
Piknik için yiyecek işini üstlenebilir misiniz?

Take down:

1) Not etmek
2) indirmek
3) Sökmek
1- Take down everything he says.
Söylediklerinin hepsini not edin.
2- Help me to take down that big box.
Şu büyük kutuyu indirmeme yardım edin.
3- Children like to take down their new toys.
Çocuklar yeni oyuncaklarını sökmekten hoşlanırlar.

Take for granted:
Öyle olmadığı halde öyle olduğu varsayımında bulunmak, bir şeyi olmuş gibi farzetmek
You take too much for granted.
Her şeyi olmuş bitmiş gibi farzediyorsunuz.

Take hold of:
Tutmak, kavramak
Take hold of my arm.
Kolumu tut.

Take in:

1) Anlamını kavramak
2) Aldatmak
1- You must take in what teachers say.
Öğretmenlerin söylediklerinin anlamını kavramalısın.
2- I was taken in, when I bought that second hand car.
Şu ikinci el arabayı aldığım zaman aldandım.

Take it easy:

1) Aldırmamak, boş vermek
2) Kendini yormamak
1- Don't worry about that girl, just take it easy.
O, kız için endişelenme, boş ver (aldırma).
2- Take it easy, you are working very hard.
Kendinizi yormayın, çok fazla çalışıyorsunuz.

Take into account:
Hesaba katmak
Taking into account that he is very clever, you can't win the
competition.
Onun çok akıllı olduğunu hesaba katarsak, yarışmayı kazanamazsın.

Take into consideration:
Gözönüne almak, dikkate almak
Take into consideration that he is very young.
Çok genç olduğunu dikkate alınız.

Take on:

1) işe almak
2) Alınmak, kırılmak
3) Sorumluluk yüklenmek
1- My boss is taking on some new secretaries.
Patronum işe yeni sekreterler alıyor.
2- He took on terribly but I was only joking.
O, çok kötü alındı, fakat ben sadece şaka yapıyordum.
3- I can't take on this serious job.
Bu ciddi işin sorumluluğunu yüklenemem.

Take off:

1) Çıkarmak
2) Uçağın havalanması, kalkması
1- Take off your shoes and come in.
Ayakkabılarınızı çıkarın ve içeri girin.
2- Please fasten your seat belt, the plane is taking off.
Lütfen kemerlerinizi bağlayın, uçak kalkıyor.

Take one's eyes off:
Gözünü ayırmak
I can't take my eyes off her.
Gözlerimi ondan ayıramıyorum.

Take one's advice:
Öğüt almak, nasihatını dinlemek
If you had taken my advice, you would have entered to the
univercity.
Eğer, benim öğüdümü tutsaydın, şimdi üniversiteye girmiş olacaktın.

Take one's time:
Acele etmemek, işi aceleye getirmemek
You shall take your time while you are playing chess.
Satranç oynarken acele etmemelisiniz.

Take my word:
inanmak, sözüne güvenmek
Take my word you will pass your exams.
inan bana, sınavlarını vereceksin.

Take on trust:
itimat etmek, güvenmek
You must take it on trust.
Güvenmelisiniz.

Take out of:

1) Diş, leke, bıçak ..... v.b. çıkarmak
2) ...... den, ...... dan çıkarmak
1- I have to wash your shirt to take out that pen mark.
Kalem lekesini çıkarmak için gömleğini yıkamam gerek.
2- He took out a pen from his bag.
O, çantasından bir kalem çıkardı.

Take over:
Görev, sorumluluk, yönetim üstlenmek, üzerine almak
You will take over my job, won't you?
Görevimi sen alacaksın, değil mi?

Take part in:
Katılmak
Did you take part in the festival?
Festivale katıldınız mı?

Take pity on:
Acımak
She took pity on him gave him some money.
O, ona acıdı ve biraz para verdi.

Take place:
Vuku bulmak, yer almak, olmak
Where did your marriage take place?
Evliliğiniz nerede oldu? (Nerede evlendiniz?)

Take for:
Benzetmek, biriyle karıştırmak
From behind I took you for Filiz.
Arkadan sizi Filiz'e benzettim.

Take steps:
Önlem almak
You should take steps about the future.
Gelecek için önlem almalısınız.

Take the lead:
Önden gitmek, yol göstermek
As you know the place, take the lead.
Yeri bildiğinize göre önden gidin.

Take some one under one's wing:
Birini koruma altına almak, himaye etmek
He took his younger brother under his wing as he was very small.
Çok küçük olduğu için kardeşini himayesine aldı.

Take turns:
Nöbetleşe yapmak, sırayla yapmak
We took turns to lay out the table.
Masayı nöbetleşe kurduk.

Take in turns:
Sıra ile
Let's take in turns to do this work.
Bu işi sıra ile yapalım.

Take up:
Öğrenim yapmak, başlamak
I will take up typing next year.
Gelecek yıl daktilo öğrenimi yapacağım.

Talk about:
Hakkında konuşmak, tartışmak
What are you talking about?
Ne hakkında konuşuyorsunuz?

Talk back to:
Kaba biçimde konuşmak, saygısızca cevap vermek
I never talked back to my parents.
Anneme ve babama hiç bir zaman kaba biçimde konuşmadım.

Talk over with:
Bir konu üzerinde konuşmak, tartışmak, görüşmek
Let's talk this subject over before you decide.
Karar vermeden önce bu konu üzerinde tartışalım.

Talk to:
Birine hitaben konuşmak
I am going to talk to your teacher.
Öğretmeninle konuşacağım.

Taste like:
........ tadında olmak
This drink tastes like apple.
Bu içki elma tadında.

Tear down up
:
1) Yıkmak
2) Yırtıp parçalara ayırmak
1- They are going to tear down the old bus stops.
Eski otobüs duraklarını yıkacaklar.
2- I tore up the paper.
Kâğıdı yırtıp parçaladım.

Tell about:
Bahsetmek, sözünü etmek
Tell me about your job.
Bana işinizden bahsedin.

Tell apart:
Ayırt etmek
One of you is Metin and the other is Çetin but I can't tell you apart.
Biriniz Metin, diğeriniz Çetin'siniz, fakat ben sizi ayırt edemiyorum.

Tell lie:
Yalan söylemek
I don't want to listen to you because you are telling me lies.
Sizi dinlemek istemiyorum, çünkü bana yalan söylüyorsunuz.

Tell off:
Azarlamak
Poor little child was told off.
Zavallı küçük çocuk azar işitti.

Tell stories:
Öykü söylemek, masal anlatmak, uydurmak
Before going to bed I tell stories to my brother.
Yatmadan önce kardeşime masal anlatıyorum.

Tell time:
Zamanı (saati) söylemek
Can you tell me the time please?
Lütfen saati söyler misiniz?

Tell truth:
Gerçeği söylemek
Tell me the truth.
Bana gerçeği söyleyin.

Tell the world:
Herkese söylemek
You don't have to tell the world about our marriage.
Evliliğimizi herkese söylemek zorunda değilsiniz.

Tell you what:
Bak ne diyeceğim
Tell you what, we shall go for a picnic tomorrov.
Bak ne diyeceğim, yarın pikniğe gideceğiz.

Thank someone for something:
Birine bir şey için teşekkür etmek
Thank you for helping me.
Bana yardım ettiğiniz için teşekkür ederim.

Think about:
Üzerinde düşünmek, hakkında düşünmek
I have thought about the problem.
Problem hakkında düşündüm.

Think much well:
Beğenmek, gözü tutmak
I didn't think much well of your friend.
Arkadaşını gözüm tutmadı.

Think of:

1) Hakkında düşünmek
2) Anımsamak, hatırlamak
1- What did you think of the film?
Film hakkında ne düşünüyorsunuz?
2- I can't think of that word.
O kelimeyi anımsayamadım.

Think over:
Karar vermeden önce iyice düşünmek, düşünüp tartışmak
Think over my offer once again.
Karar vermeden, teklifimi bir kez daha düşünün.

Think out:
Tasarlamak
The architect was thinking out his new plan.
Mimar, yeni planını tasarlıyordu.

Think so:
Öyle olduğunu düşünmek, zannetmek
— Can you come to us tonight?
— I think so.
— Bu gece bize gelebilir misiniz?
— Zannederim.

Think twice before:
Enine boyuna düşünmek, derinliğine düşünmek
Think twice before you go to Australia.
Avustralya'ya gitmeden önce enine boyuna düşünün.

Think up:
Uydurmak
You better think up a reason.
Bir neden uydursan iyi olur.

Throw about:
Dağıtmak, etrafa atıp saçmak
Will you stop throwing papers about?
Etrafa kâğıt atıp, saçmayı bırakır mısın?

Trow at: Bir şeyi fırlatarak birine atmak
He kept throwing snowballs at me.
O, bana kartopu fırlatıp durdu.

Throw away:
işe yaramayan bir şeyi atmak
Throw away those old papers.
Şu eski kâğıtları atın.

Throw away money:
Boş yere para harcamak
If you keep throwing your money away, you will have no money left at the end of the month.
Eğer boş yere para harcamaya devam ederseniz, ay sonunda hiç paranız kalmayacak.

Throw back:
Geri atmak, başarısızlık, gerileme
Throw back the ball.
Topu geri atın.

Throw cold water on:
Cesaretini, isteğini kırmak
My father threw cold water on my idea of going to the university.
Babam üniversiteye gitme isteğimi kırdı.

Throw off:
Kurtulmak, çıkartıp atmak
Throw off your jacket, it's too hot.
Hava çok sıcak, ceketinizi çıkarıp atın.

Throw out of:
Kovmak, çıkarıp atmak
He was thrown out of the restaurant.
O, restorandan dışarı atıldı.

Throw to:
Birine atmak
Let see if you can throw the ball to him?
Haydi bakalım, ona topu atabilecek misiniz?

Throw up:

1) Yukarı atmak
2) Kusmak
1- He was so happy that he started throwing up everything.
O, o kadar mutluydu ki her şeyi havaya atmaya başladı.
2- As I was so ill, I kept throwing up.
Hasta olduğum için devamlı kustum.

Through thick and thin:
Yılmadan her güçlüğe katlanmak
To reach this place he has been through thick and thin.
Bu yere gelinceye kadar yılmadan her güçlüğe katlandı.

Tie up:
Bağlamak, bir şeye bağlamak
Tie up your shoe laces.
Ayakkabı bağlarınızı bağlayın.

Time is up:
Vakit tamam
Time is up, please leave the room.
Vakit tamam, lütfen odayı terkedin.

Tire of:
Bıkmak, ilgisini kaybetmek
I am tired of doing the same work everyday.
Her gün aynı işi yapmaktan bıktım.

Tire out:
Tamamıyla yorgun düşmek
I'm tired out because of cleaning so many windows.
O kadar çok pencere temizlemekten tamamıyla yorgun düştüm.

Topsy turvy:
Alt üst, darmadağınık, başaşağı
The house is so topsy turvy, I can't find anything.
Ev o kadar dağınık ki, hiç bir şey bulamıyorum.

Trust in:
Birisine güvenmek, inanmak
I haven't much trust in his promises.
Ben, onun sözüne pek inanmam.

Trust to:
Güven beslemek
He trusts to his memory.
O, hafızasına güveniyor.

Try on:
Giysi denemek
Try on this green dress.
Şu yeşil elbiseyi deneyin.

Try out:
Sınamak, denemeye tâbi tutmak
Did you try out your new T.V.?
Yeni televizyonunuzu denediniz mi?

The other day:
Bir kaç gün önce
The other day I saw Yaşar.
Bir kaç gün önce Yaşar'ı gördüm.

Turn against:
Düşman ya da karşı görüşlü olmak
Why did you turn against your friend?
Niçin arkadaşına düşman oldun?

Turn around:
Arkasına dönmek, dönmek
Turn around so I can see your face when talking.
Dön ki konuşurken yüzünü göreyim.

Turn away from:
Sırtını dönmek, geri çevirmek, defetmek
Out of hundred people they have to turn away ninety people.
Yüz kişinin içinden doksanını geri çevirecekler.

Turn back:
Geri dönmek
As he wasn't at home, we had to turn back.
O, evde olmadığı için geri dönmek zorunda kaldık.

Turn inside out:
içini dışına çevirmek, ters yüz etmek
I turned the pillows inside out.
Yastıkların içini dışına çevirdim.

Turn into:
Dönüştürmek
Some worms turn into butterflies.
Bazı kurtlar kelebeğe dönüşür.

Turn off:
Kapamak, ışık radyo, T.V. ...... v.b., kesmek
Turn off the T.V. please.
Lütfen televizyonu kapatın.

Turn on:
Açmak, ışık, radyo, T.V. ..... v.b.
Turn on the radio please.
Lütfen radyoyu açın.

Turn out:
Sonuç vermek, yataktan kalkmak
I told you, everything will turn out fine.
Her şeyin iyi sonuçlanacağını size söylemiştim.

Turn out to be:
Olmak
Yesterday was a rainy day, but today it turned out to be a lovely day.
Dün yağmurluydu, fakat bugün güzel bir gün oldu.

Turn over:
Ters dönmek, devrilmek, devirmek, çevirmek
Turn over the cups.
Fincanları ters çevirin.

Turn up:
Gelmek, çıkıvermek
It's six o'clock but he hasn't turned up yet.
Saat altı, fakat o hâlâ gelmedi.



Deyimler / İdioms (S)

İngilizce deyimler-Safe and sound: Sağ salim


Safe and sound: Sağ salim
She returned from her holiday safe and sound.
O, tatilden sağ salim döndü.

Save money:
Para biriktirmek
I saved up some money for the coming year.
Gelecek yıl için biraz para biriktirdim.

Save one's breath:
Boş yere nefes tüketmek.
Save your breath, I am not listening to you.
Boş yere nefes tüketmeyin, sizi dinlemiyorum.

Save time:
Zaman kazanmak
To save time let's go to Ankara by plane.
Zaman kazanmak için Ankara'ya uçakla gidelim.

Save up:
Tasarruf etmek, para biriktirmek
I'm saving up to buy a new car.
Yeni bir araba almak için para biriktiriyorum.

Save someone from something:
Birini birşeyden kurtarmak
We save the boy from drowning.
Çocuğu boğulmaktan kurtardık.

Screw up:

1) Kısmak
2) Buruşturmak
3) Bükmek, sarmak
1- When I look at the sun I screw up my eyes.
Güneşe bakınca gözlerimi kısıyorum.
2- He screwed up his face when he saw the accident.
O, kazayı görünce yüzünü buruşturdu.
3- I screwed my sandwich up in a piece of paper.
Sandviçimi bir kâğıda sardım.

Smile to oneself:
Kendi kendine gülümsemek
I smiled to myself when I remembered what she told me.
Bana söylediklerini anımsayınca kendi kendime gülümsedim.

Search for:
Aramak, araştırmak
I am searching for my lost necklace.
Kaybolan kolyemi arıyorum.

Second hand:
Kullanılmış, elden düşme
I bought a second hand radio.
Elden düşme bir radyo satın aldım.

Second a motion:
Bir teklifi desteklemek
At the last meeting the members have seconded my motion.
Son toplantıda üyeler teklifimi desteklediler.

See about:

1) Meşgul olmak, ilgilenmek
2) Birine danışmak
1- We'll see about the matter that he told me, tomorrow.
Bana bahsettiği konuyla yarın ilgileneceğiz.
2- See the doctor about your illness.
Hastalığınız hakkında doktora danışın.

See somebody off:
Birini uğurlamak
Let's go to Atatürk Airport to see him off.
Onu uğurlamak için Atatürk Havalimanına gidelim.
See out: Bir şeyi sonuna kadar görmek
Yesterday we saw the parade out.
Dün geçit törenini sonuna kadar gördük.

See to:
icabına bakmak, halletmek, meşgul olmak
I'll get a mechanic to see to my old car.
Eski arabamın icabına bakması için bir tamirci getireceğim.

See through:
Sonuna kadar götürmek
I have to see that book through.
Bu kitabı sonuna kadar okumam gerekiyor.

Seem to be:
Gibi görünmek, izlenimini vermek
The new girl in our school, seems to be quite interesting.
Okulumuzdaki yeni kız, oldukça ilginç gibi görünüyor.

Sell out:

1) Bir malın tamamını satmak
2) (Sinema, tiyatro..... v.b.) bilet veya yer kalmaması
1- We are sold out of that goods.
O malların tamamı satıldı.
2- When I went to the booking office, I saw a notice saying "Sold out."
Bilet gişesine gittiğimde "Yer yok" diye bir ilân gördüm.

Send away:
Uzaklaştırmak, göndermek
Send that boy away, I don't want to see him.
O çocuğu uzaklaştırın, görmek istemiyorum.

Send back:
Geri göndermek, iade etmek
I sent his present back.
Armağanını iade ettim.

Send down:
Üniversiteden atılmak, aşağı göndermek
As he failed the exam, he was sent down.
Sınavı kaybettiğinden, üniversiteden atıldı.

Send for:
Birini, bir şeyi istemek, getirtmek, çağırmak
I will send for some food if you stay for lunch.
Eğer yemeğe kalırsanız, biraz yiyecek getirteceğim.

Send off:
Uğurlamak, yola çıkarmak
We all went to the airport to send him off.
Onu uğurlamak için hepimiz havaalanına gittik.

Send one's love:
Sevgilerini göndermek
Send my love to your mother please.
Lütfen, annene sevgilerimi gönder.

Send out:

1) Çıkarmak, dışarıya göndermek
2) Yaymak, fışkırtmak
1- She was sent out of the classroom.
O, sınıftan dışarıya çıkarıldı.
2- The sun sends out light and heat.
Güneş ışık ve ısı gönderir.

Serve as:
....... diye kullanılmak, ....... olarak hizmet etmek
My books served as a chair.
Kitaplarım sandalye olarak kullanıldı.

Sense of humor:
Mizah anlayışı
You don't have any sense of humor.
Hiç mizah anlayışınız yok.

Sentenced to death:
Ölüme mahkûm olmak
They must not sentence anybody to death.
Kimseyi ölüme mahkûm etmemeliler.

Set about:
Başlamak, girişmek
I don't know how to set about this job.
Bu işe nasıl başlayacağımı bilemiyorum.

Set apart:
Ayırmak, bir tarafa koymak, tahsis etmek
I set that wine apart for special days.
O şarabı özel günlerde kullanılmak üzere ayırdım.

Set aside:
Ayırmak, biriktirmek
Set aside a few minutes for aerobic every day.
Aerobik için her gün birkaç dakika ayırın.

Set back:

1) Mal olmak
2) Geri bırakmak, saati geri almak, ilerlemesini engellemek
1- How much did that hat set you back?
Bu şapka size kaça mal oldu?
2- Miss Johnson set back the success of her son many years.
Bayan Johnson oğlunun başarısının gelişmesine yıllarca engel oldu.

Set down:

1) Yerleştirmek, yere koymak, yolcuları.... v.b. indirmek
2) Yazmak, not etmek
1- We set down the passengers to the new hotel.
Yolcuları yeni otele yerleştirdik.
2- The secretary set down what I said.
Sekreter söylediklerimi not etti.

Set eyes on:
Bakmak, göz dikmek
He set his eyes on her all night.
O, bütün gece gözlerini ondan ayırmadı.

Set foot in:
Ayak basmak, adımını içeri atmak
He will never set foot in my house after that party.
O partiden sonra evime asla ayak basamaz

Set forth:

1) ileri sürmek, açıklamak
2) Yola çıkmak
1- He set forth his ideas briefly.
Fikirlerini kısaca açıkladı.
2- We'll set forth on our journey later.
Yolculuğumuza sonra çıkacağız.

Set free:
Salıvermek, serbest bırakmak
You must set the birds free.
Kuşları serbest bırakmalısınız.

Set in:
(Kış v.b.) gelip çatmak, karanlık basmak, oluşmak
Winter has set in.
Kış geldi.

Set in order:
Düzene koymak
These books should be set in order.
Bu kitaplar düzene koyulmalıydı.

Set loose:
Başıboş bırakmak, serbest bırakmak
He set his parrot loose.
O papağanını serbest bıraktı.

Set off:

1) Yola çıkmak, hareket etmek
2) Oluşturmak
3) Karşılık
1- We will set off early in the morning.
Sabah erkenden yola çıkacağız.
2- The new owner of this house has set off a nice garden.
Bu evin yeni sahibi güzel bir bahçe oluşturdu.
3- His answer set our friends off laughing.
Onun cevabı arkadaşlarımızı güldürdü.

Set on:

1) Saldırmak, saldırtmak
2) Kafasına koymak, kararlı olmak
1- He had been set on by a wolf.
O, bir kurdun saldırısına uğramıştı.
2- She is set on going to England.
O, ingiltere'ye gitmeyi kafasına koymuş.

Set one's heart (hopes, mind) on:
Güçlü istek duymak, kesin kararlı olmak
She set her heart on becoming an air hostess.
O, uçak hostesi olmaya kesin karar verdi.

Set out:

1) Yola çıkmak, geziye başlamak
2) Sergilemek
1- If we don't set out now, we will be late for the train.
Eğer yola şimdi çıkmazsak trene geç kalacağız.
2- He set out his last paintings.
O, son yaptığı tabloları sergiledi.

Set out to:
....... e koyulmak, kalkışmak, niyet edip başlamak
He set out to break the world record.
O, dünya rekorunu kırmaya kalkıştı.

Set to work:
Bir işi yapmaya başlamak, işe koyulmak
Once I set to work, I have to finish it.
Bir işi yapmaya başladım mı, onu bitirmeliyim.

Set to:
Yapmaya başlamak, koyulmak
I set to do my homework but I couldn't finish it.
Ev ödevimi yapmaya başladım fakat bitiremedim.

Set up:
Kurmak, yapmak, ileri sürmek
Did you set up the tent?
Çadırı kurdunuz mu?

Settle down:

1) Rahatça oturmak, ya da uzanmak
2) Yatıştırmak, sakinleştirmek
3) (Yeni bir yaşam, bir işe, evliliğe) başlayıp düzene kavuşmak, yerleşmek
1- Let me settle down first, because I am very tired.
Önce rahatça oturmama izin ver, çünkü çok yorgunum.
2- He is trying to settle his angry friend down.
O, sinirli arkadaşını yatıştırmaya çalışıyor.
3- I liked this city, let's settle down here.
Bu kenti beğendim, buraya yerleşelim.

Settle for:
Razı olmak
You have to settle for his money.
Bu paraya razı olmalısınız.

Settle in:
Yeni bir eve, bir işe geçip yerleşmek
After we have settled in our new house, you can come and visit us.
Yeni evimize yerleştikten sonra gelip bizi ziyaret edebilirsiniz.

Settle on:
Karara varmak, seçmek
You have to settle on what you are going to do at once.
Ne yapacağınıza bir an önce karar vermelisiniz.

Shake down:
Çevresine uyum göstermek
In his new school my brother is shaking down nicely.
Erkek kardeşim yeni okuluna çok iyi uyum sağladı.

Shake hands with:
El sıkışmak
When you're introduced to somebody you must shake hands.
Biriyle tanıştırıldığınızda el sıkışmalısınız.

Shake one's head:
Bir durumu onaylamadığını baş işaretiyle belirtmek
Whenever I say something to him he just shakes his head.
Ne zaman ona bir şey söylesem onaylamadığını başıyla belirtiyor.

Shake up:
Sarsıp kendine getirmek, silkmek, çalkalamak
Shake him up a little or he will fall asleep.
Biraz sarsıp kendine getirin yoksa uyuyacak.

Shame on you (him, her):
Ayıp sana
Shame on you, you shouldn't have done such bad things.
Ayıp sana, öyle kötü şeyler yapmamalıydın.

Shape up:
Düzene sokmak, rayına oturtmak
I must shape up my room.
Odamı mutlaka düzene sokmalıyım.

Share out:
Paylaştırmak
We always share out everything between us.
Biz her zaman her şeyi aramızda paylaşıyoruz.

Share with: Ortak olmak, biriyle bölüşmek
I share my room with my sister.
Odamı kızkardeşimle ortak olarak kullanıyoruz.
(Odamı kızkardeşimle bölüşüyorum.)

Shoots off:
Ok gibi fırlamak
When the teacher calls him, he shoots off from his desk.
Öğretmen çağırdığı zaman sıradan ok gibi fırlıyor.

Shoot out:
Dışarı fırlamak, birdenbire görünmek
When it saw the thief the dog shot out from the garden.
Hırsızı gördüğü zaman köpek bahçeden dışarı fırladı.

Shoot up:

1) Çok çabuk yükselmek (rütbece)
2) Birden büyümek, gelişmek
1- He shot up by going to war.
Savaşa katıldığı için çabuk yükseldi.
2- My brother has shot up this year.
Kardeşim bu yıl birden gelişti.

Short cut:
Kestirme yol
If we take the short cut we shall get there early.
Eğer kestirme yoldan gidersek oraya erken varırız.

[Go] short of:
Mahrum kalmak, darlık hissetmek
We will not go short of coal this winter.
Bu kış kömürden yana darlık hissetmeyeceğiz.

Shout down:
Yuhalamak
When he said lies they shouted him down.
Yalan söylediğinde onu yuhaladılar.

Show off:
Gösteriş yapmak
I don't like him because he likes showing off.
Ondan hoşlanmıyorum çünkü gösteriş yapmayı seviyor.

Show promise:
Ümit verici olmak, başarı vaadetmek
He is very clever and shows promise for his future.
Çok zekidir, geleceği için ümit veriyor.

Show up:

1) Hazır bulunmak, görünmek
2) Açığa vurmak
1- If he doesn't show up I will go by myself.
Eğer gelmeyecek olursa, ben kendim giderim.
2- Why do you always show up people's mistakes?
Niçin her zaman başkalarının hatalarını açığa vuruyorsunuz?

Shut away:
Kimsenin göremeyeceği bir yere kapatmak
She was getting worse every day so they had to shut her away.
O, her gün daha kötüye gidiyordu, bu nedenle kimsenin göremeyeceği bir yere kapatmak zorunda kaldılar.

Shut down:
Fabrika, işyeri ..... v.b.'nin kapatılması
The factory was shut down because of the strike.
Grev yüzünden fabrika kapatıldı.

Shut in:
Kuşatmak, kuşatılmak
Our house is shut in by huge buildings.
Evimiz yüksek binalarla kuşatılmış durumda.

Shut up: Sesini kesmek, susturmak, hapsetmek
Shut up or I will hit you.
Sesini kes yoksa sana vuracağım.

Sink in:
Etkilemek
His speech has sunk in to all audinence.
Konuşması bütün dinleyicileri etkiledi.

Sit back:
Arkasına yaslanıp oturmak
After a hard working day I like to sit back on my chair.
Zorlu bir çalışma gününden sonra koltuğuma yaslanıp oturmayı severim.

Sit down:
Oturmak
Please sit down on my right hand side.
Lütfen sağ tarafıma oturun.

Sit on:

1) Bir işi ihmal etmek
2) Üzerine oturmak
1- My private teacher has been sitting on my lessons for a week.
Özel öğretmenim bir haftadan beri derslerimi ihmal ediyor.
2- Don't sit on the carpet because it's wet.
Halının üzerine oturmayın, çünkü yaştır (Islaktır).

Sit out:
Dışarıda oturmak, bir oyuna katılmamak
Shall we sit out in the garden?
Dışarıda bahçede oturalım mı?

Sit tight:
Yerinde sıkı oturmak
When you go into his car, remember to sit tight.
Arabasına bindiğiniz zaman yerinizde sıkı oturmayı unutmayın.

Sit up:

1) Geç vakite kadar yatmayıp oturmak
2) Ayakta durmak, yatakta doğrulup oturmak
1- I set up all night studying for my exam.
Geç vakite kadar oturup sınavım için çalıştım.
2- I am so sick that I can't sit up.
O kadar hastayım ki ayakta duramıyorum.

Sit up straight:
Dik oturmak
When you are studying sit up straight.
Çalışırken dik oturun.

Skip it:
Unut, vazgeç
Don't talk of the old days, just skip them.
Eski günlerden bahsetme, onları unut.

Slave away at:
Dinlenmeden çalışmak
It's two days he is slaving away at his new painting.
iki gündür dinlenmeden yeni tablosu üzerinde çalışıyor.

Sleep a wink:
Gözünü kırpmamak, hiç uyumamak
He didn't sleep a wink all night.
O, bütün gece gözünü kırpmadı.

Sleep like a log:
Deliksiz uyumak
I slept like a log last night.
Dün gece deliksiz uyudum.

Slip into:
Bir yere gizlice girmek
The thief slipped into the house.
Hırsız eve gizlice girdi.

Slip over to:
Uğramak
I'll just slip over to my father's office.
Babamın ofisine şöyle bir uğrayacağım.

Slip of the tongue:
istemeyerek ağızdan kaçırmak
I think I said rude words but it was slip of the tongue.
Galiba çok kaba kelimeler söyledim, ama istemeyerek ağzımdan kaçtı.

Slip one's mind:
Unutmak
Oh! I had to buy present but it slipped my mind entirely.
Eyvah! Hediye almalıydım, ama tamamen unuttum.

Slope about:
işsiz güçsüz gezmek
Today we have in the cities many workers slopping about.
Günümüzde kentlerde birçok işçi, işsiz güçsüz dolaşıyor.

Slow down up:
Yavaşlamak, yavaşlatmak, hızını almak
The workers have slowed down in our factory.
Fabrikamızda işçiler işleri yavaşlattılar.

Smell a rat:
Kuşkulanmak
One of his bad habits is to smell a rat in everything.
Onun kötü huylarından biri de her şeyden kuşkulanmasıdır.

Smell like:
........ gibi kokmak
This room smells like fresh flowers.
Bu oda taze çiçek gibi kokuyor.

Smell out:
Koklayarak bulmak
The hound smelt out the rabbit.
Av köpeği tavşanı koklayarak buldu.

Smile at:
Gülümsemek
After the boss tells a joke please smile at him.
Patron fıkrasını anlattıktan sonra lütfen gülümseyin.

Smoke out:
Kaçırmak
A boy has smoked out our hen.
Bir çocuk tavuğumuzu kaçırdı.

Snake in the grass:
Hain, kalleş
I know he is a snake in the grass but he is my best friend.
Hain olduğunu biliyorum fakat o benim en iyi arkadaşım.

Sneak away:
Gizlice sıvışmak
Nobody is looking, let's sneak away.
Kimse bakmıyor, gel gizlice sıvışalım.

[Be] snowed under with:
Baş kaldıramamak
My poor brother is snowed under with homeworks.
Zavallı kardeşim ev ödevlerinden başkaldıramıyor.

So called:
Sözde, güya
My so called friend tries to separate me from my best friend.
Sözde arkadaşım olan o, beni en iyi arkadaşımdan ayırmaya çalışıyor.

So far:
Şu ana kadar
So far everyting went well in my new job.
Şu ana kadar yeni işimde her şey yolunda gitti.

So long:
Şimdilik Allahaısmarladık
So long, see you tomorrow.
fiimdilik Allahaısmarladık, yarın görüşürüz.

Something the matter:
Bir sorunu olmak
Is there something the matter with you?
Bir sorununuz mu var?

So much the better:
Olursa, (yaparsa) çok daha iyi
If he brings his talking parrot, so much the better.
Eğer konuşan papağanını da getirirse çok daha iyi olur.

Sooner or later:
Eninde sonunda, nasılsa
Sooner or later I will learn French.
Eninde sonunda Fransızca’yı öğreneceğim.

[Be] sorry:
Özür dilemek
I am sorry! I have hurt your foot.
Özür dilerim! Ayağınızı acıttım.

[Not a] soul:
Kimsecikler yok
There was not a soul in the streets after midnight.
Gece yarısından sonra sokaklarda kimsecikler yoktu.

Sort into:
....... göre ayırıp kümelendirmek
First of all, the diamonds are sorted into sizes.
Pırlantalar, önce büyüklüklerine göre ayrılıp kümelendirilirler.

Sort out:

1) Grup halinde ayırmak
2) Bir çözüm bulmak
1- Help me to sort out my books.
Kitaplarımı gruplar halinde ayırmama yardım et.
2- You have to sort that out yourself.
Ona sen kendi kendine bir çözüm bulmalısın.

Sort of:
Çeşit, tür
What sort of music do you like?
Hangi tür müziği seversiniz?
(Hangi tür müzikten hoşlanırsınız?)

Speak about:
Bir şey hakkında konuşmak
Did you speak to him about the job?
Yapacağı iş hakkında onunla konuştunuz mu?

Speak for somebody:
Adına konuşmak
Why are you speaking for your friend?
Niçin arkadaşın adına konuşuyorsun?

Speak of:
Söz etmek
My problem is not so important, actually nothing to speak of.
Problemim o kadar önemli değil, aslında söz edilecek tarafı bile yok.

Speak out:
Açıkça konuşmak
Speak out to her.
Onunla açıkça konuş.

Speak the truth:
Gerçeği söylemek
You must always speak the truth.
Her zaman gerçeği söylemelisiniz.

Speak to:
Birine hitaben konuşmak
Are you speaking to me?
Bana bir şey mi söylüyorsunuz?

Speak up:
Sesini yükselterek konuşmak
Speak up please!
Lütfen sesinizi yükselterek konuşun!

Spare one's life:
Hayatını bağışlamak
The judge spared the man's life.
Yargıç adamın hayatını bağışladı.

Spend vacation holiday:
Tatilini geçirmek
I spent my vacation in Antalya last year.
Geçen yıl tatilimi Antalya'da geçirdim.

Spend money:
Para harcamak
She spends all her money on clothes.
O, bütün parasını giyeceğe harcıyor.

Spend time:
Vakit geçirmek
She spends so much time in brushing her hair.
Saçlarını taramak için çok zaman harcıyor.

Spread out:
Açıp yaymak, sergilemek
Before you start painting, spread out the newspaper.
Boyamaya başlamadan önce yere gazeteyi açıp yayın.

Stall for time:
Oyalanmak, oyalamak
Stop stalling and do your homework.
Oyalanmayı bırak ve ev ödevini yap.

Stand a chance:
Şansı bulunmak
He does not stand a chance of winning this race.
Onun, bu yarışı kazanması için hiç şansı yok.

Stand aside:
Kenara çekilmek
Stand aside or you will have an accident.
Kenara çekil yoksa başına bir kaza gelecek.

Stand back:
Geri çekilmek
If you don't stand back, you will fall into the sea.
Eğer geri çekilmezseniz, denize düşeceksiniz.

Stand by:

1) Hazır durumda beklemek
2) Yardım etmek
1- The cars were standing by for the green signal.
Arabalar yeşil ışık için hazır durumda bekliyorlardı.
2- In case of an emergency the doctors stand by.
Doktorlar acil durum halinde yardım ederler.

Stand for:

1) Hoşgörülü olmak
2) Temsil etmek
1- I can't stand for him anymore.
Ona daha fazla hoşgörülü olamam.
2- I stand for the students in our school.
Okulumuzdaki öğrencileri temsil ediyorum.

Stand in for:
Yerini almak
As he is ill I have to stand in for him.
O, hasta olduğu için onun yerini almalıyım.

Stand on one's feet:
Başkasının yardımı olmaksızın iş görmek
She has stood on her feet all the time.
O, her zaman başkasının yardımı olmaksızın işini görmüştür.

Stand out:
Üstün nitelikli olmak, göze çarpmak
Does my writing stand out from the others?
Yazım ötekilerinin arasında kolaylıkla farkediliyor mu?

Stand over:
Gözetmek, başında durmak
If I don't stand over him, he will do something wrong.
Eğer onu gözetmezsen yanlış bir şey yapabilir.

Stand up:
Ayağa kalk
I had to stand up to see front of me.
Önümdekini görmek için ayağa kalkmak zorunda kaldım.

Stand up for:
Desteklemek, savunmak
You have to stand up for your ideas.
Fikirlerinizi savunmalısınız.

Stand with:
iyi ilişkiler kurmak
How do you stand with such a person?
Böyle bir insanla nasıl iyi ilişkiler kurabiliyorsunuz?

Stand in line:
Sırada beklemek
I had to stand in line for two hours to buy a bread.
Ekmek almak için iki saat sıra beklemek zorunda kaldım.

Stand still:
Hareketsiz durmak
Stand still or I can't take your photograph.
Hareketsiz durun, yoksa resminizi çekemem.

Start back:
Geri dönmek üzere yola çıkmak
It's getting dark, it's time we started back.
Hava kararıyor, geri dönmek üzere yola çıkmanın zamanı geldi.

Start for:
işe başından başlamak
We'll start off with some maths problems.
Bazı matematik problemleride işe başlayacağız.

Start up:
Çalışmaya başlatmak
Start up the car, I will come in a minute.
Sen arabayı çalıştır, bir dakikada geliyorum.

Start with:

1) Öncelikle
2) işin başında
1- To start with, we haven't enought money.
Öncelikle, yeterli paramız yok.
2- I had only five books to start with.
işin başında sadece beş kitabım vardı.

Stay away:
Uzak durmak
Stay away from the fire or you will get burned.
Ateşten uzak durun, yoksa yanacaksınız.

Stay for:
Bir yerde kalmak, gitmemek
Why don't you stay for the breakfast?
Niçin kahvaltıya kalmıyorsunuz?

Stay in (stay at home):
Evde oturmak
As you are ill you must stay in.
Hasta olduğunuz için evde oturmalısınız.

Stay out:
Dışarıda kalmak, eve gelmemek
I shall stay out tonight.
Bu akşam eve gelmeyeceğim.

Stay up:
Geç vakitlere kadar oturup beklemek, yatmamak
I stayed up late reading my book.
Geç saatlere kadar oturup kitabımı okudum.

Step aside:
Bir kenara çekilmek
Step aside so they can come in.
Bir kenarda çekil ki içeri girebilsinler.

Step backward (forward):
Adım atmak (geri ya da ileri)
As I was so scared I stepped backwards.
O kadar çok korktum ki, geriye doğru bir adım attım.

Step in:
içeri girmek
Don't just stand there, step in.
Orada öyle durmayın, içeri girin.

Step on:
Hızlanmak
Step on it so we can catch them.
Çabuk ol ki onlara yetişelim. (Hızlan ki onlara yetişelim.)

Step out:
Çıkmak, adımlarını açmak
My father stepped out of the train.
Babam trenden indi.

Step by step:
Yavaş yavaş, adım adım
Step by step I learned French.
Fransızca’yı yavaş yavaş öğrendim.

Straight ahead:
Dosdoğru
Go straight ahead then you will find the school.
Dosdoğru giderseniz okulu bulacaksınız.

Stick around:
Bir yere gitmemek
Stick around a little while I'm sure he will come.
Biraz daha bir yere gitmeyin, geleceğinden eminim.

Stick close:
Yakınında bulunmak
Stick close to me or you'll get lost.
Yakınımda bulunun yoksa kaybolursunuz.

Stick in (into):
Saplamak
The knife stuck in the apple.
Bıçak elmaya saplandı.

Stick it on:
Çok yüksek fiyat koymak, çok pahalıya satmak, hesaba ilaveler yapmak
All the shops stick it on in summer season.
Yaz mevsiminde bütün dükkânlar çok yüksek fiyatlar koyuyorlar.

Stick to:
Bağlı kalmak, devam etmek
When you are talking stick to the subject.
Konuşurken konuya bağlı kalın.

Stick together:
Dayanışma göstermek
In worse time like this we must stick together.
Böyle kötü günlerde dayanışma göstermeliyiz.

Stick with:
Sadık kalmak, desteklemek
We must stick with him till the end.
Sonuna kadar onu desteklemeliyiz.

Stir up:
Karıştırmak, kışkırtmak
He always tries to stir up something.
O, devamlı olarak birşeyleri karıştırmaya çalışıyor.

Stone deaf:
Tam sağır, duvar gibi sağır
Don't shout at me I am not stone deaf.
Bana bağırmayın sağır değilim.

Succeed in:
Başarmak
I have succeeded in my exams.
Sınavlarda başarılı oldum.

Suffer from:
........ den, ....... dan rahatsız olmak
I suffered from headache very much.
Başağrısından çok çektim.

Sum up:
Özetlemek, toparlamak
Can you sum up what you have said?
Söylediklerinizi özetleyebilir misiniz?

Sure enough:
Tabii, söylediği gibi
He said I was going to fall, sure enough I did.
O, düşeceğimi söyledi, söylediği gibi de düştüm.

Swear on: Üzerine yemin etmek
He swore on the Koran.
O, Kur'ân üzerine yemin etti.

Swear off:
Tövbe etmek
I swore off smoking.
Sigara içmeye tövbe ettim.

Sweep away:
Silip süpürmek
The children swept away all the pastries.
Çocuklar bütün pastaları silip süpürdüler.

Swithch on: Açmak
Swithch on the T.V.
Televizyonu açın.

Switch off:
Kapatmak
Switch off the lights.
Lambaları söndürün (kapatın).




Deyimler / İdioms (R)

İngilizce deyimler-Rainy day: Sıkıntılı günler


Rainy day: Sıkıntılı günler
I always save money for rainy days.
Sıkıntılı günler için her zaman para saklarım.

Rain or shine:
Hava iyi de olsa, kötü de olsa
We shall go to Ankara tomorrow rain or shine.
Hava iyi de olsa, kötü de olsa yarın Ankara'ya gideceğiz.

Raise money:
Cami, kilise, vakıf... yararına para toplamak
We raised money to buy carpet for the mosque.
Camiye halı almak için para topladık.

Rake off:
Bir işte yasa dışı tarzda para almak
He doesn't want to become rich by raking off.
O, yasa dışı yoldan para kazanarak zengin olmak istemiyor.

Rather than:
........ den ziyade, yerine, ...... mektense, ....... maktansa
Rather than drinking coffee, I prefer to drink tea.
Kahve içmektense, çay içmeyi yeğlerim.

Reach out for:
Uzanıp yetişmeye çalışmak, uzanmak, uzatmak, ermek
He reached out for the jam.
Reçele uzanıp yetişmeye çalıştı. (Reçele uzandı.)

Read aloud:
Sesli okumak
Can you read aloud the book for me?
Kitabı benim için sesli okuyabilir misiniz?

Read out:
Başkasına yüksek sesle okumak
Don't read it out; nobody is listening you.
Yüksek sesle okumayın; sizi dinleyen yok.

Read over:
Göz gezdirerek okuma, göz atmak
I read over the book before I bought it.
Satın almadan önce kitaba bir göz attım.

[By] reason of:
Nedeniyle, ....... den dolayı
[By] reason of the shortage of money I didn't buy that house.
Para kıtlığı nedeniyle o evi satın almadım.

Reason with someone:
Birini delilerle ikna etmeye çalışmak
My teacher reasoned with me about entering the Univercity.
Öğretmenim üniversiteye girmek hakkında beni iknaya çalıştı.

Recently:
Son zamanlarda, geçenlerde
I saw him at the airport recently.
Geçenlerde onu havalimanında gördüm.

Redound to:
iftihar etmek
This painting redounds to your credit.
Bu tablo ile iftihar edebilirsiniz.
(Bu tablo itibarınızı arttırır.)

[In] regard to (With regard to):
Hakkında, .......... e nazaran
I read a long article in regard to your last book.
Son kitabınız hakkında uzun bir makale okudum.

Related to:
.......... e ait, bağlı
Why don't you write a book related to your adventure?
Niçin, serüveninizle ilgili bir kitap yazmıyorsunuz?

Rely on (upon):
Güvenmek
Can I rely on you?
Size güvenebilir miyim?

Remote control:
Uzaktan idare
Our new TV has a remote control system.
Yeni televizyonumuzun uzaktan idare sistemi var.

Reserved list:
Yedek kadro
I'm not going to play tomorrow, I'm on the reserved list.
Yarın oynamayacağım, yedek kadrodayım.

[With] respect to:
........ e gelince
With respect to your proposal, I have no objection.
Teklifinize gelince, hiç bir itirazım yok.

[In] return for:
........ e karşılık
Please accept this check in return for your assistance.
Yardımınıza karşılık, lütfen bu çeki kabul ediniz.

[Get] rid of:
Başından atmak
I don't like him, I'm going to get rid of him.
O adamı hiç beğenmiyorum, onu başımdan atacağım.

Right away:
Hemen, derhal
I'll come right away, wait for me.
Beni bekleyin, hemen geleceğim.

Right here:
Tam burada
Yesterday I had a little accident right here.
Dün, tam burada küçük bir kaza geçirdim.

Right now:
Derhal, şu anda
I want you to do your homework right now.
Ev ödevini derhal yapmanı istiyorum.

Ring up:
Telefon etmek, telefonla aramak, bağlantı kurmak
I'll ring you up tomorrow.
Sizi yarın telefonla arayacağım.

Roll up:
Sıvamak, sarmak, tomar yapmak
He rolled up his sleeves.
O, kollarını sıvadı.

Round up:

1) Biraraya getirmek, toparlamak
2) Bir rakamı yuvarlak hesap haline getirmek
1- He rounded up his friends and made a short speech.
O, arkadaşlarını biraraya getirdi ve kısa bir konuşma yaptı.
2- He rounded up the price from 8.230 to 8.000 TL.
O, (fiyatı) 8.230 TL.'dan 8.000 TL'na yuvarladı.

Rub shoulders with:
....... ile haşır neşir olmak, fazla samimi olmak
I don't like to rub shoulders with him.
Onunla çok samimi olmaktan hoşlanmıyorum.

Rule out:
Bertaraf etmek, ortadan kaldırmak; çizgi ile iptal etmek
The new king ruled out his brother.
Yeni kral kardeşini ortadan kaldırdı.

Rule over:
Yönetmek, otorite sahibi olmak
Don't try to rule over me.
Beni yönetmeye çalışma.

Run about:
Oraya buraya koşmak
When you run after a hen, it begins to run about.
Bir tavuğu kovaladığınız zaman, o oraya buraya koşmaya başlar.

Run after:
Peşinden koşmak, kovalamak
You can't run after two rabbits.
iki tavşanı birden kovalayamazsınız.

Run off:
Sıvışmak, kaçmak
In spring some students like to run off from school.
Baharda bazı öğrenciler okuldan kaçmayı severler.

Run a business:
Bir işi idare etmek
Who runs your company?
Şirketinizi kim idare ediyor?

Rush someone:
Birini sıkıştırmak, aceleye getirmek, dara getirmek
He rushed his father into doing his homework.
O, ev ödevini yapması için babasını sıkıştırdı (ısrar etti).

Run across:
Beklenmedik bir anda tesadüfen karşılaşmak, bir taraftan öbür tarafa koşmak
I ran across my old friend in Taksim yesterday.
Dün Taksim'de tesadüfen eski bir arkadaşımla karşılaştım.

Run away:
Uzaklaşmak, ayrılıp gitmek, kaçmak
Don't run away, I want to talk to you.
Uzaklaşma, seninle konuşmak istiyorum.

Run down:
Ezmek, aşağıya doğru koşmak; (saat) kurulmadığı için durmak
The car has run a young girl down.
Araba bir genç kızı çiğnedi.

Run into:

1) Tesadüf etmek, rastlamak
2) Çarpışmak, çarpmak
1- I ran into my boss at the cinema.
Sinemada patronuma rastladım.
2- The truck ran into the car.
Kamyon, araba ile çarpıştı.

Run on:
Sürekli olarak konuşmak, gitmek, yoluna devam etmek
She will run on for two hours if I don't stop her.
Eğer onu durdurmazsam, iki saat hiç durmadan konuşur.

Run out of:
Tükenmek, bitmek
I have run out of money.
Param tükendi.

Run over:
Üzerinden çiğneyip geçmek, ezmek
My friend was run over by a car.
Arkadaşımı bir araba ezdi.



Deyimler / İdioms (Q)

İngilizce deyimler-Quarrel with one's bread and butter: Birinin ekmeği ile oynamak


Quarrel with one's bread and butter: Birinin ekmeği ile oynamak (iş için).
Ahmet likes to quarrel with his friends bread and butter.
Ahmet arkadaşlarının ekmeği ile oynamaktan zevk alıyor.

Quite a bit:
Çok (sayılamayan cisimler için)
I spent quite a bit of money for my new car.
Yeni arabam için çok para harcadım.

Quite a few:
Az, oldukça az
Quite a few people came to the meeting.
Toplantıya oldukça az kişi geldi.

Quite a distance:
Bir hayli mesafe, çok uzak
She walked quite a distance yesterday.O, dün bir hayli yol yürüdü.



Deyimler / İdioms (P)

İngilizce deyimler-Pass away


Pass away:
            1) Ölmek
            2) Bir şeyin son bulması
1- He passed away last year.
O, geçen yıl öldü.
2- Since my exam has passed away, I am more comfortable.
Sınavım bittiğinden beri çok rahatım.

Pass by:
Yanından geçmek, geçip gitmek
I passed by your new school yesterday.
Dün sizin yeni okulun yanından geçtim.

Pass around:
Elden ele geçirmek
Pass around your new picture.
Yeni resminizi elden ele geçirin.

Participate in:
Katılmak
I am going to participate in your basketball team.
Sizin basketbol takımına katılacağım.

Pain in the neck:
Kötü, berbat
As a boss he is a pain in the neck.
O, patron olarak berbattır.

Pack of lies
: Bir sürü yalan
All he does is to tell pack of lies.
Bütün yaptığı bir sürü yalan söylemek.

Pass out:
Bayılmak
She passed out because of heat.
Sıcaktan dolayı bayıldı.

Pass something:
Bir şeyi yanındakine vermek
Will you please pass the butter?
Lütfen tereyağını uzatır mısınız?

Pass the time:
Vakit geçirmek, oyalanmak
We played cards to pass the time.
Vakit geçirmek için kâğıt oynadık.

Pass through:
Gelip geçmek, içinden geçmek, içinden geçirmek
We passed through a beautiful seaside on our way to Antalya.
Antalya’ya giderken çok güzel bir deniz kıyısından geçtik.

Pay attention to:

1) Özen göstermek, dikkat etmek
2) Kulak vermek
1- You must pay attention to your work.
işinize özen göstermelisiniz.
2- You must pay attention to what teachers say.
Öğretmenlerin dediklerine kulak vermelisiniz.

Pay back:
Borcunu ödemek, geri vermek
I have to pay back his money.
Parasını geri vermeliyim.

Pay for:

1) Bedelini ödemek
2) Karşılığını vermek
1- How much did you pay for the dress?
Elbise için ne kadar ödediniz?
2- He has to pay for what he has done.
O, yaptıklarının karşılığını vermeli.

Pay out:
Masraf etmek
I have paid out a lot of money for this holiday.
Bu tatil için çok para harcadım.

Peel off:
Soyunmak
He peeled off his jacket as the weather was very hot.
O, hava çok sıcak olduğundan ceketini çıkardı.

Pick at:

1) Seçmek (yemek), iştahsız olmak
2) Kusur bulmak
1- She is picking at her food.
O, iştahsız yemek yiyor.
2- He always searchs for something to pick at.
O, sürekli kusur bulacak birşeyler arıyor.

Pick on:
Hoşlanılmayan bir kişiyi hırpalamak
Big boys always pick on small boys.
Büyük çocuklar devamlı küçük çocukları hırpalarlar.

Pick out:
Seçmek
You can pick out any book you like.
istediğiniz kitabı seçebilirsiniz.

Pick over:
Birer birer inceleyip iyilerini ayırmak (meyve v.b. için)
You can’t pick over eggs.
Yumurtaları inceleyip iyilerini ayıramazsınız.

Pick up:

1) Almak, toplamak, yerden almak
2) Bir kimseyi yoldan almak
3) Öğrenmek, kapmak, kazanmak
4) Yakalamak
1- I picked up the magazines he scattered over the floor.
Yere saçtığı dergileri topladım.
2- Pick me up at six o’clock, please.
Lütfen beni saat altıda alın.
3- He picked up french very rapidly.
O, Fransızca’yı çok çabuk kaptı (öğrendi).
4- He picked up his plane at the last moment.
O, son anda uçağını yakaladı.

Pig headed:
inatçı, dik kafalı
David is the most pig headed student in our school.
David, okulumuzdaki en inatçı öğrencidir.

Pigeon chested:
Çıkık göğüslü
This singer is a real pigeon chested girl.
Bu şarkıcı gerçekten çıkık göğüslü bir kız.

Pitch on:
Düşmek
He pitched on his head.
O, kafa üstü düştü.

Pitch and toss:
Yazı mı tura mı oyunu
When he can’t make a decision he has recourse to pitch and toss.
Bir karara varmadığı zaman yazı mı tura mı oyununa başvurur.

Play away:

1) Oynamak
2) Kumarda kaybetmek
1- They are playing away tomorrow.
Yarın karşı tarafın sahasında oynayacaklar.
2- He played away all his fortune.
O, kumarda bütün servetini kaybetti.

Play a joke on:
Şaka yapmak
On first of April we must play a joke on him.
Bir nisanda ona mutlaka bir şaka yapmalıyız.

Play up:
Yaranmak
Most of the time she tries to play up to her teacher.
Çoğu zaman öğretmenine yaranmaya çalışıyor.

Play with fire:
Ateşle oynamak, tehlikeli bir işe karışmak
Be careful with your job! You are playing with fire.
işinde dikkatli ol! Ateşle oynuyorsun.
(Dikkatli ol, tehlikeli bir işe karışıyorsun.)

Plenty of:
Çok sayıda, sayısız, çok miktarda
There are plenty of eggs in the poultry-house today.
Bugün kümeste çok sayıda yumurta var.

Point at (to):
işaret etmek
She pointed at a boy and said “That’s my brother George.”
O, bir çocuğu gösterdi ve “O” benim kardeşim George” dedi.

Point of view:
Görüş, fikir
What is your point of view about the drugs?
Uyuşturucular hakkında fikriniz nedir?

Poke one’s nose into something:
Birinin işine burnunu sokmak
Don’t poke your nose into everyting.
Her işe burnunuzu sokmayın.

Poke about:
Kurcalamak, karıştırmak
Children like to poke about their new toys.
Çocuklar yeni oyuncaklarını kurcalamayı severler.

Pop in:
Aniden ziyaret etmek, girivermek
I usually pop in to my father’s office.
Genellikle babamın ofisini aniden ziyaret ederim.

Pop off:
(Argoda) nalları dikmek
I don’t intend to pop off yet.
Henüz nalları dikmeye niyetim yok.

Polish off:
Silip süpürmek
He is so greedy that he polishes off everything that is on the table.
O, kadar açgözlü ki masada bulunan her şeyi silip süpürüyor.

Prevent somebody from doing something:
Engel olmak, önlemek
No one can prevent him from doing his homework.
Ödevini yapmasına hiç kimse engel olamaz.

Pride of:
Övünç kaynağı
He is pride of our family.
O, ailemizin övünç kaynağıdır.

[Be] proud of someone:
Biriyle övünmek
I’m proud of my father.
Babamla övünüyorum.

Pull away:
Çekmek, uzaklaşmak, uzaklaştırmak
Pull your hand away from that vase, you may break it.
O vazodan elinizi çekin, onu kırabilirsiniz.

Pull back:
Çekilmek, geri çekmek, uzaklaştırmak
Pull that child back from the edge of sea.
O çocuğu deniz kenarından uzaklaştırın.

Pull down:
Eski yapıyı yıkmak, indirmek
I’ll not let you to pull down this beautiful old house.
Bu güzel eski evi yıkmanıza izin vermeyeceğim.

Pull out:
Çekip çıkarmak
She pulled out a handful of shells from her pocket.
O, cebinden bir avuç dolusu midye kabuğu çıkardı.

Pull over:
Bir taşıtı yolun kenarına çekmek
The man in the car behind me kept shouting “pull over, pull over!”
Arkamdaki arabanın içindeki adam devamlı “arabanı kenara çek, arabanı kenara çek!” diye bağırıyordu.


Pull through:
Kendine gelmek, (hasta için) iyileşmek, birini fena durumdan kurtarmak
I have to pull through myself.
Kendime gelmeliyim.

Pull together:
işbirliği yapmak, el birliği ile çalışmak
If we all pull together, we will win.
Eğer hepimiz işbirliği yaparsak, kazanırız.

Pull one’s leg:
Şaka yapmak (işletmek)
I hate somebody’s pulling my leg.
Birinin beni işletmesinden nefret ederim.

Pull up:
Yukarı çekmek, kaldırmak, sökmek
Pull up a chair and bring it here!
Bir sandalye çek ve buraya getir!

Pull up short:
Aniden durmak
He pulled up short when the cat ran into the street.
Kedi birden caddeye fırlayınca, o aniden durdu (fren yaptı).
Push around:itilip kakılmak, emir altında tutulmak
I’m not going to be pushed around anymore.
Bundan böyle itilip kakılmayacağım.

Push back:
itip geri vermek, reddetmek
She pushed back the present I gave to her.
Ona verdiğim armağanı reddetti.

Push down:
Zorla yutturmak, sıkıştırmak
I have to push the medicine down even though she doesn’t like
medicine.
ilacı sevmediği halde, ilacı ona zorla yutturmak zorundayım.

Push in:
Bastırmak, sıkıştırmak
The stadium was so crowded, everyone was pushing me in.
Stadyum o kadar kalabalıktı ki herkes beni sıkıştırıyordu.

Push off:
Terketmek, uzaklaşmak, uzaklaştırmak
I don’t like him, can you tell him to push off?
Ondan hoşlanmıyorum, kendisine buradan uzaklaşmasını söyler misiniz?

Push open:
iterek açmak
He tried to push open the door but it was locked.
O, kapıyı iterek açmaya çalıştı, fakat kapı kilitliydi.

Push on:
Devam etmek, ileri sürmek
He must push on with his work and finish it.
O, işine devam etmeli ve bitirmeli.

Push over:
Düşürmek
In this game you have to push over the cards by using your hands.
Bu oyunda ellerinizi kullanarak kâğıtları düşürmeniz gerekiyor.

Put an end to:
Bitirmek, son vermek
We must put an end to this affair.
Bu ilişkiyi artık bitirmeliyiz.

Put across:
Bir fikir anlatmak
You must put your ideas across so I can understand you.
Fikirlerinizi anlatmalısınız ki sizi anlayabileyim.

Put aside:
Biriktirmek, bir kenara koymak
I can lend you the money I have put aside.
Biriktirdiğim parayı size verebilirim.

Put away:
Bir şeyi bir yerden kaldırıp başka yere koymak, biriktirmek
If you have finished, can you put them away?
Eğer işinizi bitirdiyseniz, onları bir kenara koyar mısınız?

Put back:
Yerine iade etmek, saati geri almak
Put that back, it is mine.
Onu yerine koy, o benim.

Put down:

1) Yere koymak, bırakmak
2) Yazmak
1- You can put down my suitcase now.
Şimdi valizimi yere koyabilirsiniz.
2- He puts down all information he gets from people.
O, bütün aldığı bilgileri yazıya döküyor.

Put forward:
Bir öneride, bir teklifte bulunmak, sunmak, ilerletmek
The new plan you put forward was excellent.
Ortaya attığınız yeni plan harikaydı.

Put in:

1) Girmek
2) içeri sokmak, koymak
1- Our car was put in a garage for repair.
Arabamız tamir için bir garaja girdi.
2- She put her hand in through the hole to get the honey.
O, balı almak için elini boşluktan içeri soktu.

Put into practice:
Uygulamaya koymak
We must put your ideas into practice.
Fikirlerinizi uygulamaya koymalıyız.

Put off:

1) Ertelemek
2) Geçiştirmek, atlatmak, çıkartmak
1- He put off getting married.
O, evlenmeyi erteledi.
2- She tried to put me off with telling lies.
O, yalan söyleyerek beni atlatmaya çalıştı.

Put on:
Giyinmek, giymek, eklemek
Put your sweater on, it’s cold.
Hava soğuk kazağınızı giyin.

Put one’s finger on:
Tam üzerine basmak
Ah! You’ve put your finger on it; that’s what I was trying to tell you.
Ah! Tam üzerine bastınız; benim de size söylemek istediğim işte buydu.

Put on one side:
Bir tarafa bırakmak, bir kenara yığmak
Let’s put these things on one side if we want to paint the room.
Odayı boyamak istiyorsak şu eşyaları bir kenara yığalım.

Put on the brakes:
Fren yapmak
All of a sudden he put on the brakes.
Birdenbire fren yaptı.

Put on weight:
Şişmanlamak, kilo almak
You have put on weight lately.
Son günlerde şişmanladınız.

Put out:

1) Dışarı koymak, çıkarmak
2) Söndürmek (ışık, ateş, yangın)
3) Üzmek, darıltmak, yanıltmak
1- Teachers put out from class the naughty students.
Öğretmenler, yaramaz öğrencileri sınıftan dışarı çıkarırlar.
2- Put out the lights.
Işıkları söndürün.
3- He was very much put out by the loss of his wallet.
O, cüzdanının kaybolmasına çok üzüldü.

Put before:
Konuyu birine açmak, birinin önüne sermek
Put your problem before your father clearly.
Konuyu açıkça babanızın bilgisine sunun.

Put through:
Bir işi yerine getirmek, neticelendirmek
If you can put through this business then you’ll get promotion.
Eğer bu ticari işlemi yerine getirirseniz terfi edeceksiniz.

Put together:
Bir araya getirmek, birleştirmek, bitiştirmek, çatmak
He put together the pieces of my radio.
O, radyomun parçalarını biraraya getirdi.

Put up with:
Katlanmak, tahammül etmek
I can’t put up with you anymore.
Size daha fazla katlanamayacağım.

Put up:

1) Kaldırmak, yukarıya koymak
2) Arttırmak
3) Dikmek, kurmak, inşa etmek
4) Adaylığını koymak, aday göstermek, aday olmak
1- Put up your hands.
Ellerinizi yukarıya kaldırın.
2- They always put the prices up.
Fiyatları devamlı arttırıyorlar.
3- They put up new houses.
Yeni evler inşa ettiler.
4- He put up for the new election.
O, yeni seçim için adaylığını koydu.



Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | coupon codes